15 Haziran 2009 Pazartesi

Frankfurt'ta ne oldu?

Frankfurt Kitap Fuarı’yla ilgili son değerlendirmeyi yazmak ve bir kez daha organizasyonun fakirliğinden dem vurmak için bilgisayarın başına oturduğumda, Türkiye’den, mahkeme salonunun adil yargılama açısından elverişli olmaması dolayısıyla Ergenekon Davası’nın ertelenmek üzere olduğu haberi geldi.

Anlaşılan biz Türklerin, içerisinde ‘salon’ bulunan organizasyonlarla ilgili bir sıkıntısı var! Ergenekon’u Türkiye’deki meslektaşlarımıza bırakıp, bir kez daha Frankfurt’a dönelim. Okuyanlar hatırlar, konuyla ilgili ilk yazımda, Türkiye’nin, onur konuğu olduğu bu fuara, beyniyle değil, çenesiyle hazırlandığını, bir yıl boyunca fuar konuşulmasına rağmen, sonuçta ortaya bir balon çıktığından dem vurmuş, ‘kültürel bir şov yapma’ imkânının ıskalandığını yazmıştım. Halen aynı fikirdeyim; dünyanın zihinsel haritasını şekillendiren yayıncıların, yazarların, editörlerin ve binlerce gazetecinin beş gün boyunca ‘parlak fikirler ve kitaplar’ peşinde koştuğu bir arenada Türkiye, ‘Türkiş kebap-lokum’ cıvıklığından kendini kurtaramadı. Yazık oldu.

Düşünün ki, fuarın yıldızı konumunda Nobelli bir yazarınız var (görüşlerini beğenin ya da beğenmeyin, önemi yok, Nobelli yazar Nobelli yazardır) ama koskoca Türkiye standında Orhan Pamuk ile ilgili ne bir fotoğraf, ne bir özel köşe ne de kitaplarının sergilendiği bir stant vardı! Türkiye ile aynı katta bulunan İtalyan stantlarındaysa hem Pamuk’un birinci sınıf kalite kitapları hem de kitaplarıyla ilgili büyük posterler göze çarpıyordu. Pamuk’un Almanya’daki yayıncısı Fischer de, ‘yemeyenin malını yerler’ misali, yazarını etkili bir şekilde sundu. Yeri gelmişken, Türklerin yanı başındaki İtalyanların her biri tasarım harikası olan ışıltılı stantlarına bakanlar, ‘Bu fuarın ev sahibi galiba İtalya. Türkiye de köyden bohçasını almış da onların yanına sığınmış uzak bir akraba gibi görünüyor’ demekten kendini alamadı. Farkındayım, satırlar ağır ama kesinlikle moral bozmayı hedeflemiyor. Bu fuar, ayağa gelmiş koca bir fırsattı. Ve ben artık, ‘Ya kardeşim her şey zamanla olacak, yavaş yavaş’ zihniyetiyle kandırılmaktan bıktım. Osmanlı İmparatorluğu’nun uzantısı ve (tüm kusurlarına rağmen)dünyanın önemli ülkelerinden olan Türkiye’den bahsediyoruz, boru değil! Ülke adına iş yapmaya soyunanlar, evlerinin içini istediği gibi döşeyebilir. Ama koskoca ülke adına iş yapıyorsanız, işinizin hakkını verin. Hiç kimsenin, eğrisiyle doğrusuyla Türk kültür ve edebiyatının birikimini, Çarşamba Pazarı mantığıyla sergileme lüksü yok, olamaz.

Şimdi gelelim, resmin parlak tarafına ki zaten işin bam teli de bu. Oldum olası ‘Avrupa Türkleri’ başlığı ile başlayan tumturaklı cümleler kurmaktan ve burada yaşayan Türklere, olağanüstü misyonlar biçme işlerinden hazzetmedim. Ama yazar kimliğimle katıldığım bu fuarda gördüğüm bir şey var ki, tüm olumsuzlukları unutturdu: Burada yaşayan Türklerin fuara gösterdiği inanılmaz ilgi.

Yanlarına çocuklarını da almış ailelerin, kitapların sihirli dünyasında kaybolduklarını, hele ki fuarın son günü, adeta büyük bir şölen kıvamında, kitapları satın alabilmek için neredeyse birbirlerini parçaladıklarını görmek, fuardaki tüm kalem emekçilerinin yüzünü güldürdü. Yıllardır, ‘Bu millet okumuyor kardeşim, bak elin Avrupalısına, kitapçılardan çıkmıyor’ haklı itirazını dillendiren yazar çizer ve yayıncı takımının yüzündeki mutluluğu görmek her şeye bedeldi...

Bu millet uyandı. Artık boş lafı, gargarayı ve gazlamayı yemiyor. Okuyor, düşünüyor ve sorguluyor. Genlerimize sindirilen korkuları, kompleksleri ve tabuları da aşabildiğimizde, her şey çok daha güzel olacak. Buradan devletlûlara da bir rica: Ha gayret, şu millete yetişmek için biraz daha çaba!

21 Ekim 2008, Salı, Zaman Avrupa

Yazının orijinal linki için tıklayınız
Bir önceki menüye dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder