12 Temmuz 2009 Pazar

Bilginin peşinde koşanlara...

‘Bilgi insanı özgür kılar’ demiş düşünürler. Haksız da değiller. Hz. Ali’ye ithaf edilen ‘Zenginler servetlerini korumaya çalışır, aimleri koruyan ise bilgileridir’ deyişinin de işaret ettiği gibi, bilgi, gücü, hareket serbestiyesini ve manevra önceliğini de birlikte getiriyor. Küreselleşme olarak isimlendirilen olgu da, sermaye, mal ve emeğin yanısıra, uçsuz bucaksız bilgi denizinin de ihtiyar dünyamızı her geçen gün kanatları altına almasından başka bir şey değil mi? Tarihin akışı içersinde yaşanan gelişmeler, ‘bilgi sahibi olmanın’ önemini arttırdıkça, bu yöndeki çalışmalar da ister istemez daha bir kurumlaştı, bilgiye büyük yatırımlar yapıldı ve hatta, birazdan başlayacağınız yolculukda da şahit olacağınız gibi, bilgi uğruna nice kanlar döküldü.
Başta Osmanlı olmak üzere, dünyaya nizamat vermiş imparatorlukların bir bir yıkılması, milyonlarca insanı hayatından eden ve halen içersinde yaşadığımız sınırların çizilmesinde birinci dereceden etkin olan Dünya Savaşları, Rusya’da yaşanan Kızıl, İran’da yaşanan Yeşil devrimler, Romanya’nın eli kanlı diktatörü Çavuşesku’nun beklenmeyen dramatik sonu, Demir Perde’nin yıkılması, Sovyetlerin dağılması, Rusya devlet başkanı’nın süpriz bir şekilde iktidara tırmanması, küresel ekonomik krizler ve en son olarak 11 Eylül 2001’de New York ve Washington’da yaşanan dramatik saldırılar ve akabinde yaşanan gelişmeler gibi, nice büyük çaplı olay, dünümüzü olduğu gibi, yarınımızı da şekillendirmeye devam edecek. Ve dün olduğu gibi yarın da, bu gelişmeleri yönlendiren temel unsur, ‘bilgi’ ve buna ulaşmak için verilecek dişe diş, göze göz mücadele olacak. En ufak bir bilgi kırıntısına dahi ulaşmak için perde arkasında bazen komik, bazen tuhaf ama çoğunlukla da dramatik ve kanlı bir mücadele veren gizli servisler ve elemanları, perde önündeki şık giyimli, güleryüzlü ama zihinlerinde binbir tilki dolaşan siyasileri beslemeye devam edecekler...
İşte elinizdeki bu kitabın satırlarında, bazen kahraman bazen hain olarak isimlendirilseler de, sebebi ne olursa olsun ömürlerini bilgiye adamış insanların hayat çizgisini, tarihe nasıl şekil verdiklerini ve çatısı altında çalıştıkları gizemli kurumları yakından tanıyacak, istihbarat faliyetlerinin geldiği son istasyonu göreceksiniz.
Her daim bilginin peşinde olmanız dileğiyle...

Ali Çimen
Mart, 2002, İstanbul


Bir önceki sayfaya dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız

10 Temmuz 2009 Cuma

Tarih yolcusu ile hasbıhal…

Tarihin üzerine biriken tozu silkelemeye, unutulmuşluğun kokusunu içine çekmeye hazırlanan değerli okuyucu,
Elinizdeki kitap, temel olarak, 13. yüzyıldan itibaren günümüze kadar yaşanan 29 akımı/olayı/gelişmeyi temel alarak yazıldı. Bir gazeteci olarak her şeyden önce bu kitabı, gazete okuyucuları, araştırmacıları, öğrenciler ya da topyekûn bir ifade ile ‘şu toprağını çiğnediğimiz dünyamızda neler olmuş, neden olmuş ve sonrasında neler yaşanmış?’ sorusu ile kafasını yoran tarih meraklıları için kaleme aldım. Konuların seçilmesini sağlayan kritere gelince; Gazetecilik yaptığım son 14 yıldır, ortalama gazete okuyucusunun ya da hayatın nabzını tutmak isteyenlerin, zaman zaman, günlük yaşamın, ülkenin ve hatta dünyanın akışını daha iyi deşifre etmesine yarayacak referans noktalarından uzak düştüğünü fark ettim. İşte elinizdeki bu kitap, bu kaygılardan hareketle, okuyucu ile tarihin mihenk taşları arasındaki mesafeyi kapatmak için kaleme alındı. Bundan hareketle hem günlük gazete ve dergi dilinde hem de TV’deki tartışma programlarında gazetecilerin, akademisyenlerin ve siyasilerin en çok atıfta bulunduğu, ‘Soğuk Savaş’, ‘Fransız İhtilali’, ‘Yahudi Soykırımı’, ‘Sovyetlerin Yıkılışı’ gibi onlarca önemli tarihi gelişmeleri bir çatı altında toplamaya çalıştım. Bir diğer gözlemim de, çoğu okuyucu ya da gündem meraklısının ki buna bu fakir de dâhildir, daha çok yakın denilebilecek son 50–100 içinde olan hadiseleri merak ettiği, bu merakın, tarih geriye doğru gittikçe azaldığı şeklinde oldu. Bu yüzden konuları, ‘okuldan tarihçi’ değerli editörlerim Adem Koçal ve Neval Akbıyık’ın samimi katkıları ile birlikte, 20. yüzyılı baz alarak seçtik ve önemine binaen 15. yüzyıla kadar uzandık. Yahudi soykırımı’nın yarattığı panik ve korkunun İsrail’in kuruluşunu tetiklemesinde, Uzay Yarışı’nda yaşanan teknolojik gelişmelerin bir şekilde Soğuk Savaş’ı bitirmesinde ya da İkinci Dünya Savaşı’ndaki yıkımın küllerinden Avrupa Birliği’nin filizlenmesinde görüldüğü gibi, tarihin birbirinden etkilenen olaylar silsilesi olduğu inancıyla, kronolojik bir sıra takip ettik. Bu arada, teknik nedenlerden dolayı birçok diğer önemli başlığı da, bir sonraki kitapta ele alabilmek ümidiyle, elemek zorunda kaldık.
Serinin diğer iki kitabı olan ‘Tarihi Değiştiren Konuşmalar’ ve ‘Tarihi Değiştiren Savaşlar’ı okumuş olanlarınız, serinin elinizde tuttuğunuz bu yeni bölümünde, diğerlerinden farklı olarak dipnot kullanılmadığını görecektir. Sebebine gelince, her şeyden önce bir gazeteci olarak, bu konular üzerinde uzun denilebilecek bir zamandır yazıyorum. Kitabın içinde geçen olayların geçtiği yerlerin büyük bir kısmında bulunup, havasını kokladım. Bu olayları yaşayanları, arkada kalanları, kendisinden etkilenenleri ile tanıştım, konuştum, hikâyelerini boya kokulu gazete sayfalarına yansıtmaya çalıştım. Her zaman böyle bir referans kitabı yazmayı hayal ediyordum; istedim ki aramızdaki sohbetin akışını, soğuk görünümlü dipnotlar kesmesin…
Tarihi Değiştiren Olaylar, seriyi en başta planlarken düşündüğümüz gibi, serinin diğer başlıkları ile aynı amacı; ‘dört başı mamur, öz ve çok yönlü bir tarih bilgisi’ vermeyi hedefliyor. Bu açıdan bakıldığında hem onların koluna girebilir, hem de kendi başına yürüyebilir. Bu kitapta geçen önemli olaylarda başrol oynayan kahramanların, söz konusu olaylar esnasında yaptığı ve tarihe mal olmuş konuşmaları, serinin diğer başlığı olan ‘Tarihi Değiştiren Konuşmalar’dan, ya da İsrail’in kuruluşunun ardından patlak veren Arap-İsrail savaşlarında olduğu gibi, bu olaylardan bazılarının tetiklediği savaşları, ‘Tarihi Değiştiren Savaşlar’dan takip edebilirsiniz.
Dilerim ‘tarihi değiştirenlerin’ izini takip ederek geldiğimiz bu yeni durak, sizi daha da donanımlı kılar ve genel kültür duvarınıza bir tuğla da ben eklemiş olurum.
Tarih dolu nice sayfalarda buluşmak dileğiyle…

Ali Çimen
Şubat 2007, Amsterdam


Bir önceki sayfaya dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız

2 Temmuz 2009 Perşembe

Kıymetli tarih yolcusu,

Bir yıl aradan sonra yine birlikteyiz. 2005 yılında çıktığımız tarih seferinin bir önceki durağı, hatırlayacağınız üzere, 2008 Mayıs’ında sizlerle buluşan Tarihi Değiştiren Kadınlar’dı. Bu kez masaya imparatorlukları yatırdık. Yaptıkları ve yapamadıkları ile gerçek anlamda içinde yaşadığımız dünyanın siyasi coğrafyasını şekillendiren imparatorlukları…
Neden imparatorluklar?
Öncelikle, İmparatorlukları da içermesi, adeta bu serinin kaderi olmuştu. Bugüne kadar askerleri, bu askerlerin yaptıkları savaşları, bu savaşların öncesinde ya da sonrasında dünyanın önde gelen liderlerinin yaptıkları devrim niteliğinde konuşmaları ve tarihin mihenk taşı olmuş olayları gündeme getirip de, tüm bunların odağındaki ‘iktidar arzusunun’ taşlaşmış hali olan imparatorlukları yazmamak olmazdı. Nihayetinde imparatorluklar için ‘savaşıldı’, konuşuldu’ . ‘Kadınlar’ imparatorlukların iplerini ele geçirmek için ter döktü. Bir şekilde tarihi değiştiren ‘olaylar’ın öznesi ya da nesnesi oldu imparatorluklar. Kitabın doğumuna neden olan diğer bir etmense, ülkemizde oldukça popüler olduğunu gözlemlediğim, tarihi tek bir aktörün gözünden anlatma eğilimi oldu. Mirasını devraldığımız Osmanlı, yerinde ve olması gerektiği gibi, gayet kaliteli çalışmalarla geniş kitlelere anlatıldı, anlatılıyor. Yine de resmin tamamını göremediğimizi düşünüyor, sürekli olarak Osmanlı’nın büyüklüğünden ve farkından bahsedilmesine rağmen, bu sıfatların, kime kıyasla, hangi düzlemde ve neden kullanıldığına dair yeteri kadar detaylı bir sunuma rastlamıyorum. Doğru, Osmanlı büyüktü. Ama hangi imparatorluğa göre büyüktü ya da hangi imparatorluktan farklıydı? Kısacası, Osmanlı’yı, tek kahramanın kendisi olduğu senaryosuz bir filmin içerisinden çıkarıp, iyisi ve kötüsüyle başka gerçek kahramanların da olduğu sağlam senaryolu bir filmde oynatmaya çalıştım. Kapkaranlık bir odada sizin ne kadar güzel olduğunuzun bir önemi yoktur sonuçta, biri gelip ışığı yakmadıkça… Öte yandan önemli bir varlık sebebi daha var bu kitabın; Türkiye adıyla vatan bildiğimiz ve ‘tek tipliğin’ adeta kutsandığı bu toprakların, aslında ne kadar inanılmaz zenginlikte bir tarihe sahip olduğunu göstermek. Malum, yıllardır, bu satırların yazarının da ter döktüğü medya piyasasında, bıkıp usanmadan, ‘Türkiye’nin Avrupa ile Asya arasında bir köprü’ olduğu teması işlendi, işleniyor. Oysa Türkiye köprü değil, merkezdir. Üzerinden basılıp bir yere geçilmez, olsa olsa köprülerden geçilerek Türkiye’ye gelinir. Evet, Türkiye, pek gündeme getirilmese de, bugüne dek, sadece bilinenler dikkate alındığında, on üç* büyük imparatorluğun ya merkezinde olmuş ya da bir parçasını oluşturmuştur! Bu ülkenin bu kadar dinamik, canlı, kozmopolit ve bazen bizleri bunaltsa da, kendine has büyüleyici bir kaotizme sahip olmasının sebebi de budur diye düşünüyorum. Uzun lafın kısası, işlediği konu itibarıyla ülkemiz açısından bir ilk olan bu kitap, Türkiye’nin seyir defteri olduğu kadar, ülkenin uzunca bir süredir mahkûm edilmeye çalışıldığı tek tipliğe dönük bir isyandır da.
İmparatorlukları nasıl seçtik?
Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, popülerlik, ya da daha açık bir dille söyler isek, günümüz bilgi trafiğinde referans olarak kullanılma sıklıkları, içerik belirlemedeki ilk kıstasımız oldu. Bunu, tarihi değiştirebilme güçleri izledi ki bu ikisi çoğu zaman örtüştüğü için, işimiz zor olmadı. Peki, hangi imparatorlukları neden seçtik, biraz da buna değinelim. İçinde imparatorluk bahsi geçen her yazı ya da sohbetin olmazsa olmaz referans noktası Roma, doğal olarak başrol oynadı. 'Üzerinde güneş batmayan' klişesi ile hafızalarımıza kazınmış olan ve bu sıfatı gerçek anlamda hak eden tek örnek olan İngiliz İmparatorluğu da olmazsa olmazlardandı. Diğer yandan, gece ile gündüz misali, dünyanın dört bir yanında dünyanın patronu olmak için İngilizleri kovalayan Fransız İmparatorluğu’nu da sayfalarımıza konuk ettik; Napolyon’u takip edip, imparatorluğunun hikâyesini İngilizlerinkiyle eş zamanlı işleyerek. İran'ın zengin medeniyetinin başlangıç noktası olan Pers İmparatorluğu'nu masaya yatırarak, bu 'uzaktaki' komşumuzu bir nebze olsun yakınlaştırmak istedik. İçinde yaşadığımız asrın süper güç namzedi Çin'in, sadece 'ucuz teknoloji'den ibaret olmadığını göstermenin ve 2 bin yıllık nefes kesen ve hareketli tarihine uzanmanın ilginç olacağını düşündük. Onlarca film ve kahramanlık destanına ilham kaynağı olmuş Büyük İskender’in ihtirasının sınırlarının nereye uzanabileceğini gösteren Makedon İmparatorluğu'nu sayfalarımıza taşıyarak, sizi de bu tutkunun destanına ortak etmek istedik. Roma'nın kaldığı yerden bayrağı alarak bin yıl daha taşıyan ve ülkemizin merkezinde olduğu coğrafyada derin izler bırakan Bizans'ın, fantastik çizgi roman kahramanı Kara Murat’ın maceralarına dekor ya da sadece Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle önem kazanan bir kimlik olmanın ötesinde anlamlar taşıdığını hatırlatmak istedik. Ayakları sağlam yere basmayan ama ‘kutsal’ ve ‘Roma’ gibi iki fiyakalı etiketi asırlar boyu taşıyarak melez bir siyasi figür olarak Avrupa’da söz sahibi olan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kafa karıştıran hikâyesini irdeledik. İslam’ın filizlendirdiği devletlerin en önemlilerinden olan Emevi İmparatorluğu’nun fırtınalı tarihine uzanıp, sicil defterine bir göz attık. Dünya’yı titreten ve benzerlerinin aksine inanılmaz bir hızla büyüyerek, adeta bir tank gibi Avrupa topraklarını çiğneyip geçen Hun ve Moğol imparatorluklarının yarattığı dehşeti yansıtmanın yanı sıra, basıp geçtikleri diyarlarda bıraktıkları derin izlerin üzerindeki toz tabakasını kaldırmaya çalıştık. Bugün içinde yaşadığımız yüzyılın siyasi ve kültürel coğrafyasının belirlenmesinde önemli bir rol oynayan; ihtiraslı kâşifler ve maceraperestler denizcilerin ellerinde şekillen İspanyol ve Portekiz sömürge imparatorluklarının dünyayı nasıl akıl almaz bir şekilde paylaşıp, yağmaladıklarını resmettik. Topraklarının küçüklüğüne rağmen denizlerdeki rakip tanımaz gücüyle Hollanda İmparatorluğu’nun bu ikiliye nasıl kök söktürdüğünü, sömürüden nasıl pay kaptığının izlerini sürdük. Yaşadığımız yüzyılın imparatorluklarını da ihmal etmedik doğal olarak. Üstün ırka ulaşma saplantısıyla, halen bile insanın kanını donduran eylemlere imza atan ve Hitler ismini lanetliler listesine yazdıran Nazi İmparatorluğu’na ışık tutup; koskoca bir milletin iradesinin, tarihin gördüğü en büyük propaganda operasyonuyla nasıl olup da esir alındığını araştırdık. Yine, ‘sınıfsız bir toplum’ sloganıyla yola çıkıp, vatandaşlarına ‘eşit bir şekilde’ zulmeden ve yaşı otuz küsurlarda olanlarınızın son nefeslerine verişine tanık olduğu Komünist Sovyet İmparatorluğu’nun tempolu ve bir o kadar da ürküten seyir defterini sunduk. Sovyetlerle girdiği yarım asırlık hâkimiyet savaşından, günümüzün yaşayan son imparatorluğu olarak çıkmayı başaran Amerika’nın emperyal gelişimine ışık tutup, Amerika’yı süper güç yapan felsefeyi dillendirmeye çalıştık.
Ve tabii ki bizi en yakından ilgilendireni, tarihe bakışımızın mihenk noktası olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hikâyesini anlattık; nasıl yükseldiğinden ziyade neden çöktüğüyle ilgilenerek, mümkün olduğu kadar hamasetten uzak ve soğukkanlı bir dille. Zira tarih, ne ‘göğüslerimizi şişirmek’ için kullanabileceğimiz bir körük, ne de bir başka millete ya da geçmişine duyulan ‘nefretin’ değirmenine sutaşıma vesilesidir.
Kolay olmadı…
Zor bir çalışma olduğunu itiraf etmeliyim. Marmara Üniversitesi Uluslararası ilişkiler mezunu olan değerli editörüm Neval Akbıyık’ın bu zorlu süreçteki hakkını teslim etmem gerek. Yaklaşık bir yıla yayılan çalışmamızda, sabrı, dikkati ve yerinde yönlendirmeleriyle elinizdeki kitabın şekillenmesinde önemli bir rol üstlendi. Yine aynı şekilde, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu gazeteci meslektaşım İbrahim Varlık, araştırmaları ve danışmanlığıyla, ciddi bir rol oynadı okuyacağınız satırların oluşmasında. Ve ayrıca, kitabın muhtelif sayfalarında fikirleri ve tespitleriyle tanışacağınız, dünyanın değişik üniversitelerinden tarih profesörleri ve benzer konularda kalem oynatan yazarlara teşekkürü bir borç bilirim.
Serinin belki de en hacimlisi olan bu kitapta, yerimizin dar olması nedeniyle, başta Selçuklu olmak üzere, Abbasi, Sümer, Asur, Aztek ve Japon imparatorlukları gibi, onlarcasını elemek durumunda kaldığımızı hatırlatmak isterim. Şüphesiz ki bu onların değer ve öneminden bir şey eksiltmez. Dilerim, zorunlu olarak ilk buluşmamızda aramızda olamayan tarihin bu önemli aktörleriyle serinin devamında bir araya gelebiliriz. Ve son olarak, kitabı okurken, sunduğumuz haritaların yanı sıra, elinizin altında bir dünya haritası ya da bir küre bulundurmanızın ilginç olacağını düşünüyorum. Zira özellikle deniz gücüyle tarihi şekillendiren sömürge imparatorluklarının, nerelerden kalkıp, dünyanın hangi köşelerine dek uzanabildiğini görünce şaşıracak, içinde yaşadığımız yüzyılın ‘siyasi fotoğrafını’ daha net görebileceksiniz…
Bir sonraki durakta buluşabilmek dileğiyle.

* Türkiye toprakları, bugüne kadar Sümer İmparatorluğu (MÖ 2000-MÖ 612), Asur İmparatorluğu (MÖ 559-MÖ 331), Pers İmparatorluğu (MÖ 559-MÖ 331), Atina İmparatorluğu (MÖ 500-MÖ 400), Makedon İmparatorluğu (MÖ 336-MÖ 323), Avrupa Hun İmparatorluğu (370–469), Roma İmparatorluğu (MÖ 753-MS 476), Bizans İmparatorluğu (330–1453), Emevi İmparatorluğu (633–750), Abbasi İmparatorluğu (750–1258), Selçuklu İmparatorluğu (1037–1157), Moğol İmparatorluğu (1206–94) ve Osmanlı İmparatorluğu (1300–1922) gibi tarihin önemli aktörlerinin ya merkezi ya da bir parçası olmuştur. Bunların bazıları eş zamanlı olarak Türkiye topraklarının değişik bölgelerinde hüküm sürmüşlerdi.

Ali Çimen
New York, Haziran 2009


Bir önceki sayfaya dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız

Tarihi Değiştiren Savaşlar...

Bu dünyanın büyük yaratıkları
Savaşlar ve kavgalarla yıkıldı
Ve kim savunup koruduysa
En güzel ödülü onlar kazandı

Goethe

Medeniyet tarihçileri Will ve Ariel Durant, Uygarlığın Öyküsü adlı eserlerinde ‘yazılı tarihin 3421 yılından yalnızca 28 yılı savaşsız geçmiştir’ der. İrili ufaklı pek çok savaş veya savaşlar dizisi, tarihte önemli değişikliklere, dönüşümlere sebep oldu. Kimler arasında olduysa o devlet ve milletleri, yaşadıkları bölgeleri etkiledi. Bölgeleri dışında, kıtayı, hatta dünyayı da etkiledi bazıları. Etki süreleri kısa olan olduğu gibi günümüze kadar titreşimleri ulaşanları da oldu.
Eskiçağdan kayıtlara geçmiş az sayıda savaş hakkında bilgi sahibiyiz. Söz gelimi Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve Yunanistan topraklarında cereyan eden Hititler ve Mısırlılar arasındaki savaşlar, Peloponnes ve Troya savaşları gibi. Özellikle Ortaçağ boyunca birbiriyle savaşan devletlerin, fetihçilerin, işgalcilerin ağırlık noktası Avrupa ve Ortadoğu olmuştu. Hıristiyanlık ve İslamiyet’in dini hava verilen aynı zamanda siyasi, ekonomik seferleri Türk-İslam devletlerinin cihan şümul devlet politikasının sonucu yaptıkları fetihler, Avrupa’nın siyasi-ekonomik yayılmacılığı, ticari yollara hakim olma ve sömürgecilik faaliyetleri sonucu çikan savaşlar, milliyetçilik duygusunun ortaya çikardigi savaşlar ve halen içinde yaşadığımız dünyanın gidişatında ve yerleşik sistem ve kurumlarında büyük rol oynayan 20. Yüzyıl savaşları… Bu kitapta tarih boyunca yapılmış pek çok savaşa göre daha önemli sonuçlar doğurmuş, taraflarını ve bulunduğu bölgeyi fazlasıyla etkilemiş savaşları paylaşmaya çalistik sizinle. Doğal olarak hem kitabın hacmi hem de okuyucun ilgi alanından kaynaklanan kısıtlamalar, tüm iddialı savaşları ele almamızı mümkün kılmadı. Sözgelimi Roma ordularının en korkunç yenilgilerinden biri olan Hadrianopolis savaşinı (MÖ. 378), Grek kültürünü geniş coğrafyalara yayan Makedonyalı İskender’in seferlerini, tarihin en ünlü seferlerinden Hannibal’in 2.Pön seferini ve Romalılar tarafından yenilmesini, 375’de Dinyeper kenarında Hunların Batı Gotlarını yenmesini, 20 Haziran 451’de Hun hükümdarı Atilla’nın Champagne ovasında Aetius ile yaptığı büyük savaşi, Gazneli Mahmud’un bugünkü Afganistan bölgesinden Penjap ve Yukarı Ganj vadisine yaptığı akınları ve Kuzey Hindistan seferini, Karşilaştıkları düşmanları üzerinde mutlak üstünlük sağlamış ve Avrupa Asya arasında devasa bir imparatorluk kurmuş olan Moğolları durduran tek savaş ve yenilgi olan Ayn-ı Calut savaşinı, Yıldırım Bayezid zamanında, 1396’da Osmanlı ilerleyişini durdurmak için düzenlenmiş Haçlı ittifakının ve birleşik Avrupa ordusunun yenilgisi sağlayan Niğbolu Savaşi'nı, Dünya savaşi niteliği taşiyan ve çok sayıda profesyonel ordunun birbiriyle yaptığı ticaret ve deniz savaşları olan İspanya Veraset Savaşları'nı, İngiltere, Fransa, İspanya ve Portekiz’in dünya Hakimiyeti için boğuştukları Yedi Yıl Savaşları'nı (1756-1763), bugünkü Avrupa’nın temellerinin atılmasında önemli bir aşama oluşturan Paris barış anlaşması ile sonlanan ve Osmanlının yıkılış aşamalarından Kırım Savaşi’nı (1856), ikinci cildde telafi edebilmek ümidiyle, kitabın menzili içine alamadık.
Bununla birlikte gazete köşelerinde, makalelerde ve tartışma programlarında sıklıkla atıf yapılan, hepsinden önemlisi insanlığın ortak tarihinin köşe taşlarını şekillendiren savaşlar üzerine sizleri bilgilendirmeyi ve hadiselere daha sağlam bir altyapı ile bakmanızı hedefleyen bu çalismanin, bilgi dağarcığınıza mütevazi bir katkı yapmasını arzu ediyoruz.

Ali Çimen, Göknur Göğebakan
İstanbul, Eylül, 20006


Bir önceki sayfaya dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız

Tarihe yolculuğumuz devam ediyor…

"Galyalılar Romalı askerler tarafından değil, Sezar tarafından mağlup edildi. Roma’nın karşısında titrediği Kartacalı askerler değil, Hannibal’dı. Hindistan’a korku salan, Makedon mızraklıları değil, Büyük İskender’di. Weser ve Inn’e ulaşan Fransız ordusu değil, Turenne’di. Prusya’yı yedi yıl boyunca Avrupa’nın en görkemli üç gücüne karşı savunan Prusya askerleri değil, Büyük Frederick’di."
Napolyon

Diplomatlar, siyasetçiler, entelektüeller ve filozofların tarihteki dönemeç ve sıçramalardaki katkıları göz ardı edilemez. Lakin bunların hepsi, hayatları askerler tarafından korunduğu ya da kendilerine askerler tarafından açılan sahalarda manevra kabiliyetine sahip oldukları müddetçe birikimlerini ortaya dökebilmişlerdir. Tarihe baktığımızda yaşadıkları dönemlere ve bazı durumlarda kendilerinden sonraki kuşakların hayatlarına da damgasını vuran en etkili liderlerin, mabetlerden, hükümet konaklarının koridorlarından ya da bilim merkezlerinin parıltılı odalarından değil, daha çok barut, kan ve ter kokan cephelerden geldiklerini görürüz.
Tarih boyunca, karizmatik, ihtiraslı, askerlik sezgisi yüksek ve her şeyden önce de, askerliğin mütemmim cüzü cesaretten nasibi almış askerler; milletlerini zaferden zafere koşturmuş, ülkelerinin sınırlarını genişleterek tarih kitaplarının haklı aktörleri olmuşlardır. Ve tabiî ki, ihtirasın ölçüsünü kaçırıp, haklılık çizgisinin dışına taşarak ülkelerini felaketlere sürükleyenler ve lanetlenenler de yok değildir. Her halükarda, ister haklı ister haksız, silaha sarılıp ordularının başına geçenler, eylemleriyle, tarihin köşe taşlarını oluşturup, ağır işçiliğini yaptılar. Çoğunlukla siyasilere düşense, askerlerin çatısını kurduğu bu yapıların, ince işçiliğini yapmaktan ibaret kaldı.
İşte bu düşünceden hareketle, ‘Tarihi Değiştiren’ aktörleri mercek altına aldığımız serinin bu başlığını, askerlere ayırdık. Birazdan kendileri ile birlikte geçmişin top patlamalı ve kılıç şakırtılı cephelerinde sipere yatacağınız isimleri, serinin bundan önceki çalışmalarında olduğu gibi, ‘okuldan tarihçi’ editörlerim, Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu Adem Koçal ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu Neval Akbıyık ile seçtik. Kitabın hamurunu beraber yorduğumuz bu dostlarımın yanı sıra, Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu değerli meslektaşım İbrahim Varlık da, yorum ve önerileriyle bu kitabın oluşmasına katkıda bulundu.
Serinin diğer başlıkları olan tarihi değiştiren ‘konuşmalar’, ‘savaşlar’ ve ‘olaylar’da olduğu gibi, bu çalışmada da aynı yol haritasını takip ettik. Askerlerin kitaptaki dizilişi kronolojik sırayı izlese de, asıl hareket noktamız; günümüz medyasındaki aktüel-popüler bilgi akışı esnasında kendisine en fazla atıfta bulunulan; Hitler, Napolyon, Büyük İskender, MacArthur, Sezar gibi askerlerin okuyucuya daha iyi tanıtılması oldu. Bununla birlikte Pearl Harbor limanını bombalayarak Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’na girmesine sebep olan Japon Amiral Yamamoto, yine İkinci Dünya Savaşı’nda Nazileri geri püskürten ve belki de gerçek anlamda savaşın kaderini değiştiren Rus Mareşal Zhukov, Napolyonik Savaşlar sırasında Fransızları Akdeniz’den silerek İngiltere’nin neredeyse bir asır boyunca ‘denizler hakimi’ olmasını sağlayan Amiral Nelson ve Güney Amerika’yı kılıcıyla İspanyollaştırıp, Yeni Dünya’nın zenginliklerini Avrupa’ya taşıyan Cortes gibi; tarihte köklü izler bırakmış, lakin ülkemizde pek gündeme gelmeyen isimleri de sizlerle bir kez daha tanıştırmak istedik. Tüm bunların yanı sıra ‘Tarihi Değiştiren Askerler’ ile, Halid Bin Velid, Alparslan, Selahaddin Eyyübi, Fatih Sultan Mehmet, Barbaros Hayreddin Paşa, Kanuni Sultan Süleyman ve tabiî ki Atatürk gibi, tarafı olduğumuz siyasal kültürel sahnenin önemli aktörlerinin dünyasına da misafir olabileceksiniz.
Diğer başlıklar gibi, ‘Tarihi Değiştiren Askerler’in de, serinin tamamlayıcı bir unsuru olup, takım oyunu oynamasına dikkat ettik. Dikkatinize sunduğumuz askerlerin gerçekleştirdikleri savaşların bir kısmının detaylarını ‘Tarihi Değiştiren Savaşlar’da; savaşlar öncesi ya da sonrasında yaptıkları konuşmaları ve bu konuşmaların analizlerini ‘Tarihi Değiştiren Konuşmalar’da; savaşların öncesi ya da sonrasında gerçeklen bazı yapısal değişiklikleri ise ‘Tarihi Değiştiren Olaylar’da bulabilirsiniz. Bununla birlikte şüphesiz ki, elinizdeki kitabın, öncekiler de olduğu gibi, bağımsız bir şekilde ayakta durabilecek içerikte olması için gereken titizliği de göstermeye çalıştık.
Geçmişimizi değiştirip geleceğimizi şekillendirenlerin sonraki durağında buluşabilmek ümidiyle…

Ali Çimen
15 Ağustos 2007, Amsterdam


Bir önceki sayfaya dönmek için tıklayınız
Ana menü için tıklayınız

21 Haziran 2009 Pazar

Onu bunu bırakın da asıl sol parti Hollanda’ya lazım!

Siz okuyucularla olan hasbihâlimiz uzun zamandır kesintiye uğramıştı, kaldığımız yerden, Hollanda’dan bildirmeye devam edelim inşallah.
Biz ortalıkta yokken dünya da durmadı hâli ile; özellikle Hollanda’da, uzunca bir süredir birileri, ‘Nasıl olur da bu adamların huzurunu kaçırırız?’ güdüsüyle, Müslüman nüfusun ensesinde boza pişirmeye devam ediyor.
Uzun zamandır ülke, istim üzerinde. Siyasetin ‘serseri mayını’ Özgürlükler Partisi Lideri Geert Wilders (senin partinin ismini yesinler), kendince ‘Müslümanların ve Kur’an’ın gerçek yüzünü’ göstereceğini iddia ettiği bir filmi gösterime sokma tehdidi ile, gündemi birbirine katmayı başardı. Şimdilik, “Bakın bu kıyağımı da unutmayın haa…” edasıyla, filmin gösterimini ertelediğini söylüyor.
Ülkenin istihbarat birimleri, “Bu film gösterime girdikten sonra bir süre ortalıkta görünmesen iyi olur” diye Wilders’i uyarıyor. İran asıllı bir başka siyasetçi Ehsan Jami de, ki kendisi aynı zamanda Dinden Çıkanlar Komitesi Başkanı, benzer bir film hazırlığında olduğunu söylüyor. Dinden istifasını vermiş ve henüz bıyıkları terlememiş bu şahsiyet, içersinde ‘Hz. Muhammed’, ‘Taliban’, ‘Terör’, ‘Kadına şiddet’ gibi kocaman kocaman lafların geçtiği kitap yazarak çok satanlara giriyor, batılı ağabeylerinin yıllarca çiğnediği sakızı yerden alıp ağzına atmakta beis görmüyor.
Bir başka İran kökenli sanatçı numunesi, yine İslam’ın değerli şahsiyetlerini rezil bir şekilde resmeden bir sergiye soyunuyor, ama Allah’tan basireti tatile çıkmamış sergi yöneticileri, ‘sanat özgürlüğü’ ile yaldızlanmış bu zokayı yutmuyor.
Bu arada ülkenin Müslümanları, misafirliğe geldikleri evde çekine çekine tuvaletin yerini soran konukların ses tonu ile, “Ya, ayıp olmuyor mu yaptıklarınız? Biraz daha hassasiyet gösteremez misiniz?” gibisinden bir şeyler mırıldanıyor.
Vay sen misin mırıldanan, anında ‘sanat düşmanı’, ‘yobaz’, ‘ifade hürriyeti tecavüzcüsü’ damgaları ateşte korlanıp, utangaç vücutlara basılıyor. Ülkenin kerli ferli köşe yazarları “Batılı değerlerimiz elden gidiyor komşular, yetişin!” içerikli yazılar döktürüyor. Zannedersiniz, İslam orduları Amsterdam’ın kapısına dayanmış. Ve ilginçtir bu ülkede yaşayan Müslümanlar, Türküyle, Faslısıyla, siviliyle, resmi görevlisiyle, itidali elden bırakmıyor, verilecek tepkilerde bile ölçülü olunması için birbirlerine telkinde bulunuyor, İslam’ın en değerli şahsiyetlerine yöneltilen ağır lafların bini bir para iken, olay çıkmasın diye kulaklarını tıkıyor ama yok. Öldür Allah kendilerini beğendiremiyorlar. Uzun lafın kısası, kurt kuzuyu yemeyi kafaya koymuş ama kuzu uyanık, bir türlü kapana gelmiyor.
Bunca lafı neden ettik diyorsanız, bağlayalım. Kısa bir süre önce, meslektaşım Yasin Yağcı ile Türkiye’de de bir hayli gürültü koparan ve sizlerin de gazetenizden takip ettiği bir röportaja imza atmıştık. Dünyanın önemli Türkiye uzmanlarından Hollandalı Prof. Eric Jan Zürcher, bir çok önemli tespitinin yanı sıra, ‘Türkiye’de acilen, gerçek anlamda sol liberal bir partiye ihtiyaç var’ haklı tespitinde bulunmuştu. Gerçekten doğru. O halde bir tespit de biz yapalım: ‘Hollanda’da da acilen, gerçek anlamda sol liberal bir partiye ihtiyaç var!’ Sistem, bir an önce Wilders, Jami, Verdonk, Hırsi Ali gibi ‘saatli bombaları’ üreten bu sözde ‘liberal’ ve ‘sol’ partileri tasfiye edip, ‘film çekme’ işini bu alanın ustalarına bırakacak, sol ve liberalizm gibi kelimelerin namusunu koruyacak ve dini, kökeni ve dili ne olursa olsun, Hollanda’da yaşayan her insanın, onurunu korumayı görev bilecek siyasileri sahaya sürmeli.

07 Şubat 2008, Perşembe, Zaman Avrupa

Yazının orijinal linki için tıklayınız
Bir önceki menüye dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız

’Tüm dünya bizi konuşuyor’… Bak sen?

Ne zamanki Türkiye ile ilgili olumlu ya da olumsuz bir gelişme oldu diyelim, şak, Türk basının klişeleri devreye girer: Tüm dünya bizi konuşuyor! Hadi oradan, tüm dünya bizi konuşuyormuş! “At mardini debreli Hasan dağlar inlesin” derler ya, at manşeti Türk basını, memleket gaza gelsin, denir bu kafaya.
Şimdi malum Türkiye’de kıyamet kopuyor. Hükümet, MHP’nin de ön ayak olması ile, yıllardır bir takım çevrelerin paşa gönlü olacak da mutabakata yanaşacaklar diye, onca insanın gözyaşına rağmen görmezden gelinmeye çalışılan başörtüsü sorununu çözme yolunda somut bir adım attı ya; eteklerdeki taşlar dökülmeye başladı. Ne kaos tellallığı ne darbe davetkarlığı kaldı. Ajitasyonunun bini bir para, yetişen alıyor vatandaş. Yine de buraya kadar normal; sonuçta, dünyayı kendisinden ibaret gören, çağdaşlığı, batının üretim ve fikir normlarında değil, ‘markalarında’ arayan kafanın çıkardığı seslere şerbetliyiz yıllardır. Ama bunu yaparken, hem dış basını yardıma çağırıp, hem de yazılanları çarpıtırsan, adama ‘hop birader ne oluyor’ derler.
Diyeceğiz de. Şimdi gelelim şu ‘Tüm dünya Türkiye’yi konuşuyor’ palavrasına. Efendiler, iki dakika delikanlı olalım. Kimsenin Türkiye’yi konuştuğu falan yok. Konuşanlar ya ilgili ülkelerin Türkiye masasına bakan diplomatları ya da medyasında Türkiye’yi yazan isimleridir. Yoksa ne işinden gücünden yorgun gelen fabrika işçisi Hans’ın, ne spor salonundan ter içinde kendini evine atan Petra’nın ne de şarap ve peynir almak için hangi markayı tercih edeceğini düşünen Pierre’in umrundadır, Türkiye’nin başındaki örtü. O yüzden, dış basında çıkan iki makaleyi sopa gibi kullanıp, Türkiye’deki halk iradesini dövmek gibi ucuzlukları bir kenara bırakın. Hadi bunu yapamıyorsunuz, en azından dış basında Türkiye üzerine kalem oynatan her adama ‘allemei cihan’ muamelesi yapmayın. İşinin hakkını verenler bir yana, bu isimlerin büyük bir kısmı, yaşayan Türkiye’yi değil, ya kendi kafalarında yaşattıkları Türkiye’yi ya da Türkiye’de yakın ilişki içinde oldukları ‘Çin malı Batıcıların’ kendilerine empoze ettikleri korkuları kaleme dolarlar. Bunları okusan sanırsın ki, ‘Humeyni ölmedi, Ankara’da yaşıyor, Türkiye’de İslamcılar kıtır kıtır laik kesiyor, başörtülüler başı açıklara kafa göz demeden girişiyor...’ Daha da trajik olanı, kendi pompaladıkları korkuları abartılı şekilde batıya aktaran gazetecilerin yazdıklarını, bu kez kendi korkularını haklı çıkarmak için tekrar Türk okuyucuya satmaları. Güler misin ağlar mısın, kafana göre takıl vatandaş ama, Anadolu’da bu durum için şöyle bir laf vardır: “Aşağı mahallede söylediğim yalana, yukarı mahallede kendim de inandım”
Mevzunun dibini yandırmadan özetleyelim.
1. Hiçbir yabancı gazeteci, (saplantılı olanları bir kenara bırakalım) ne kadar uzman olursa olsun, Türkiye’yi bir Türk kadar içeriden okuyamaz. Şıracılığınıza bozacı şahit aramayın.
2. Türkiye’ye en az 10 km yarıçapında meteor düşmediği sürece, tüm dünya Türkiye’yi konuşmaz, yemeyin bizi. 1994’te Ruanda’da Tutularla Hutsiler birbirini kesti satırlarla, 1 ayda 1 milyon kişi öldü yahu. Hangimizin umurunda oldu?
3. Mesleki çapsızlığınızı gizlemek ya da korkularınızı onaylatmak için dışarıdan araklama Türkiye analizi yapacağınıza, siz yapın, elin oğlu sizin analizinizi manşetine çeksin. Yok, “Abi bu işler bizi aşar” diyorsanız, o zaman da gidin kumda oynayın kardeşim.

15 Şubat 2008, Cuma, Zaman Avrupa

Yazının orijinal linki için tıklayınız
Bir önceki menüye dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız